Basın Krizleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Basın Krizleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Nisan 2013 Pazartesi

Asillerin ADALETİ



Dikkat, yeni bir pencerede aç. PDFYazdıre-Posta
  
  • Manav’ın “adalet” terazisi
  • Baba milletvekili hukukumuza “hukuk” kattı



RAPORU HAZIRLAYANLAR:
Azime Acar & Ender Bölükbaşı


29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nın olaylı, bir o kadar da “pastaneli” kutlanmasının yarattığı şaşkınlığın arasında, kıyıda köşede kalmış iki ayrı medya kazasındanbahsedeceğiz.

Çok dikkatinizi çekmemiş olabilir. Özellikle hukuk alanındaki görevli kişilerin hukuk dışı açıklamaları sıradan bürokratların kazalarından daha yaralayıcı oluyor.

Tıpkı Yargıtay Üyesi Hakkı Manav’ın, iki kızı ve damadının “şaibeli“ tayinleriüzerine yaptığı açıklamalar gibi.

Hakimsavcı ve avukatların üyesi olduğu adalet.org adlı internet sitesinde paylaşılan ilginç bir şiirin, daha sonraki günlerde Yargıtay üyesi Manav’a birgönderme olduğu ortaya çıktı.

Çünkü, şiirin başlığı; “Benim de babam manav olsaydı”

İğnelemeyle birlikte nüktedanlık kokan şiir şöyleydi;
“Babam manav olsaydı kuradan nereyi çektiğim,
Şırnak, Van, Ardahan ya da Hakkari fark etmezdi
Gitmezdim oraya ya da gitsem bile ev tutmazdım, dert etmezdim
Ama benim babam manav değil, bir inşaat ustasıydı.”


Sonradan anlaşıldı ki şiirin yazılma sebebi, Yargıtay üyesi Manav’ın iki kızı ve damadının, Ordu ve Şırnak’taki hakimlik ve savcılık görevlerini sadece bir ay yaptıktan sonra Ankara’da görevlendirilmesiydi.

Henüz meslekte bir kaç aylık hakim ve savcı iken, bakanlıkta deneyim isteyengörevlere getirilmeleri ile ilgili soru işaretleri sürerken, Yargıtay üyesi Manav’ın açıklamaları kafaları iyice bulandırdı.

Hakkı Manav“kızının nikahında Başbakan Erdoğan’ın şahitlik yapmış olmasıyla” tartışmalı atamalar arasında bir “illiyet bağı” kurmadığını söyledi.

İlliyet bağını reddeden Manav’ın sözleri millete illallah dedirtecek nitelikteydi;

“Başbakanımız nikah şahidi diye mi yapılmış bu atamalar? Herkesin şahidi oluyor Başbakan.
Ben 39 yıllık yargıcım. 10 yıldır Yargıtay üyesiyim. Yıllardır hizmet veriyorum. Kimse bunu silip atamaz.
Hem bakanlıkta kuvvetli olsam söylenildiği gibi ya da böyle bir kuvvetim olsa, bir yerlere gelirdik. Yargıtay Başsavcılığı’na da aday oldum ben, seçilemedim. Neden o zaman kimse yazmadı bu şekilde?”


Manav’ın haklı olduğu bir konu vardı ki, “atandığı görev yerlerinde bir gün bile görev yapsalar, başka bir yere atanmaları” yasa ile mümkün. Ancak, iki kızı ve damadına aynı anda “torpilli yaklaşım” gösterilmesini  de bu hukuk bilgisi açıklayamıyor.

İkinci örnek, AKP Hatay Milletvekili Bayram Türkoğlu’ndan.

Hatay’ın Dörtyol İlçe Emniyet Müdürlüğü’nde geçen yaz  oğlu İstemi Kağan Türkoğlu’nun “milletvekili oğlu” forsuyla polisleri sıraya dizip, teşhis etmesi üzerine savcılık olaya el koymuştu.

Olayda, adı geçen milletvekili oğlu ve polisler hakkında hazırlanan iddianame baba milletvekilini çok fena halde kızdırdı.

Oğluyla ilgili iddianamede “4 yıla kadar hapis cezası” talep edilmesi, ayrıca “polis memurlarını tehdit etmesi üzerine ikişer kez ceza” istenmesi üzerine milletvekili baba "Türkiye’nin yoğun gündeminde kamuoyunun bu tip olaylarla meşgul edilmesinden üzüldüğünü” belirtti.

Ancak, milletvekili belli ki satır arasında söylediklerinin vahametinin farkında bile değildi;

“Ben Türkiye’de hukukun üstünlüğüne inanan biriyim, adalet herkes için adalettir eşittir, bu eşitlik kavramında Milletvekili de olsa oğlu da olsa emniyet mensubu yada müdür de olsa tepeden tırnağa bu ülkede yaşayan vatandaşların hukukun önünde eşit şekilde adil biçimde savunma hakkı da var yargılanması da söz konusu. Hiç kimsenin bu konuda ayrıcalıklı olma hakkı yoktur.
Ben asillerin hukukundan ziyade hukukun asaletini savunanlardanım. Yani düşküne garibe mazluma hukuk nasıl işliyorsa rütbeli olana makam sahibi olana da her kademedeki yurttaşımıza hukuk aynı şekilde işlemelidir bunu savunuyorum.”


SONUÇ

Hatay Milletvekili ayrıca hukuk üzerine yorum yapmaktan da kendini alamadı;
“Benim şahsen iddianamedeki bu ortaya atılan bu suçlarla alakalı hukuk düzenimizde Türk hukuk sisteminde bir düzensizlik bir uygunsuzluk görüyorum.”

Belli ki her iki olayda da hukuk kendi lehine işlediğinde “sorunsuz”aleyhineişleyince “uygunsuz” hale geliyor.

Tıpkı Cumhuriyet Bayramı kutlamalarının “uygunsuz” sayılması gibi.

Cumhuriyet Bayramı kutlamalarının tozu dumanı arasında kalan talihsiz bir açıklamaya da değinmeden geçemeyeceğiz.

Taksim’deki Atatürk Anıtı’na çelenk bırakma hamlesinde, CHP İl Başkanı Oğuz Kaan Salıcı’nın, aralarında 1. Ordu Komutanı’nın da bulunduğu askerlere dönüp,“Sizin koruyamadığınız Cumhuriyete, koyamadığınız çelenge biz sahip çıkıyoruz” diye çıkışması CHP’nin “halk” tarafında durup puan kazanmahamleleriyle çelişen bir resim çizdi.

Ayrıca, sivil bir siyasetçinin ordudan medet umması da bir başka “uygunsuzluk”tu.


http://www.medyafobi.com

19 Nisan 2013 Cuma

RÜZGAR gibi geçti



Dikkat, yeni bir pencerede aç. PDFYazdıre-Posta
  • Kapitalizm üzerine iki yumurta kırmak
  • “Sosyal Devlet Alerjisi” ne yaptı?
  • Mitt Romney Afyon’a “Vali” olur mu?


RAPORU HAZIRLAYANLAR:
Azime Acar & Ender Bölükbaşı



Dilimize son yıllarda pelesenk olan bir tanım var; Krizi fırsata çevirmek.

Krizin “tehlike” kadar “fırsat” da barındırdığını anlatan bu tanımın iki iyi örneğinipaylaşacağız bu hafta.
İlki, Başkanlık seçimlerine iki gün kalan Amerika’dan.

İletişim cephesinde göğüs göğse süren çarpışmalarda iki liderin de oy oranı birbirine yakın seyrederken, Obama bir hamleyle Sandy Kasırgası’nı arkasına nasıl alıverdi?Krizi nasıl fırsata çeviriverdi?

Oysa, Amerika’yı yakıp yıkan, 85 kişinin ölümüne yol açan, 5 milyon kişiyigünlerce elektriksiz bırakan Sandy Kasırgası’nın Obama’yı zora sokması, hattabaşkanlıktan etmesi bile bekleniyordu.

Kasırganın zamanlaması Obama için hayati bir liderlik sınavı gibiydi.

Seçimde kritik önemdeki eyaletlerdeki vatandaşlardan oy istemek yerine  kasırganın derdine düşen Obama, bu nedenle seçim kampanyalarına ara verdi. Hemhazırlıktaki acil önlemlere hem de felaket sonrası çalışmalara odaklanması karşılıksız kalmadı.

Romney’in önde gelen destekçilerinden Virginia Valisi Robert McDonnell ve New Jersey Valisi Chris ChristieObama’ya övgüler yağdırdı.

Kasırganın vurduğu New York’un Cumhuriyetçilere yakınlığı ile bilinen üç dönemdir bağımsız belediye başkanı Michael Bloomberg de “Obama’nın Sandy Kasırgası’ndaki çalışma ve yaklaşımlarının kendisine ilişkin görüşlerini değiştirdiğini, bu yüzden de 6 Kasım’da yapılacak seçimlerde Başkan Obama’yı destekleyeceğini” açıklayıverdi.

Obama, bu tutumuyla, aslında ekonomik kriz üzerine bir de felaketleri yaşayanAmerikan halkının “kapitalizm” algısının üzerine deyim yerindeyse iki tane yumurtakırmıştı. Çünkü, yaşanan ekonomik krizlerden sonra devlet destekli sosyal politikaların en kapitalist ortamlarda bile halk tarafından hoşnutlukla karşılanacağını iyi biliyordu.

Son felakette Federal Acil Yardım Kurumu FEMA’ya, “Bürokrasiye girmeyin, hemen yardıma başlayın” talimatı veren Obama, kasırga felaketini en ağır yaşayan eyaletlerden New Jersey’de felaketzedeleri de ziyaret edip, her türlü yardım için söz vermesi, soğukkanlı ve ilgili tutumu ile de krizi fırsata dönüştürüverdi. Neler söylediğini merak edenler için bir kaç cümle aktaralım;

“Fırtına sırasında Demokrat ya da Cumhuriyetçi yoktur. Amerikalı kardeşler vardır. Farklı partilerden liderler sorunları çözmek için birlikte çalıştı. Komşular bu trajedi içinde birbirine yardımcı oldu. Toplum yeniden inşa için birlik oldu. Sonuçta ortaya çıkan ruh, bu işte hep birlikte olduğumuzu söylüyor.”

Hatta, bu tutumuyla Amerikan medyasında 2005 yılında Katrina Kasırgası sırasında“Teksas’taki tatilini bile kesmeyi düşünmeyen” Başkan George W. Bush ile karşılaştırıldı.

Peki, rakibi Mitt Romney ne yaptı?

Kasırga nedeniyle bazı seçim çalışmalarına ara verdi ama tümüyle kampanyadankopmadı.

Hele, kampanyalar sırasında acil yardım kuruluşu FEMA gibi örgütlerin “boşa para harcayan ve kapatılması gereken yerler” olduğunu söylemesi de “siyasi Sandy kasırgası”na dönüştü. Siyasi kasırganın hasarını örtmek için lafını yutup, FEMA’ya gidip, bebek bezi ve tuvalet kağıdı taşımalarına yardımcı oldu ama heyhat!

Çünkü, bir Mormon olan, beş çocuklu RomneyAmerika’daki Cumhuriyetçi muhafazakar politikalara sıkı sıkıya bağlılığı ile biliniyor. Cumhuriyetçilerin en hazzetmedikleri “sosyal devlet” politikaları, bütün klasik muhafazakarlar gibiRomney’de de alerji etkisi yaratıyor.

Kasırgadan önce rakibi Obama’dan iki puan önde görünen Romney’i Obama’nın“rüzgar gibi geçmesi” pek muhtemel görünüyor.

Nitekim, Washington Post ve ABC kanalının yaptığı son ankete katılan seçmenlerinyüzde 80’i Obama’nın acil durumlara yanıtını “mükemmel” ya da “iyi” bulduklarını belirtiyor.

Hürriyet’ten Tolga Tanış bu hafta "42. Cadde" başlıklı köşesinde iki liderin özelliklerini çok çarpıcı bir biçimde özetlemiş. İletişim cephesinden dikkat çeken bir kaçını paylaşalım.

Amerikalıların, “Fabrikatörün oğlunu mu, gariban genci mi seçecekler” diye soranTolga Tanış, hikayelerin gücünü de vurguluyor;

“Obama’nın doğduğu donuk Hawai, büyüdüğü Müslüman Endonezya ve gençliğini geçirdiği kozmopolit New York. Daha karmaşık, daha renkli hikaye zor bulunur. Espri yaparken bile dişlerini sıkan Romney, neden daha sıkıcı anlıyor musunuz?”

Krizi fırsata çevirmek. Ya da “krizi krize çevirmek”. Bu örnek için çok uzaklara gitmemiz gerekmiyor.
25 şehidin ardından Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’e hediyeler sununca eleştirilen Afyon Valisi İrfan Balkanlıoğlu büyük tepki almıştı.

Vali bey, krizin faturasını kime çıkardı dersiniz? Tabii ki kendine değil.

Faturayı Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü çalışanı İsa Kuş’a kesti. İşten atarken de HaberTürk’e yaptığı açıklamada, “O fotoğrafları siteye koymasaydı, kimse bilmez, başımıza  da bunlar gelmezdi“ demeye getirdi.

“Basiretsiz personel olunca lüzumsuz yere maaş verilmesi de doğru değil yani”diyen Vali Balkanlıoğlu, hediye töreni kadar abes açıklamasında  önce güzelce basın ve halkla ilişkiler bürolarının “görev tanımını” yapmadan da duramadı;

“Bir kurumun basın ve halkla ilişkiler büroları, kurumun, kurum amirlerinin basın ve halkla ilişkilerini düzeltmek, faaliyetleri konusunda kamuoyunu doğru bilgilendirmek, kurumun tanınırlığını, bilinirliğini ve hizmetlerini halka anlatarak reytingini yükseltmek, tanıtımını yapmaktır.

Ama bizimkiler ne yapıyor? Bizim reytingimizi yükselttiler mi son çıkan yazılarla.”


Sonra da olaydan zarar gördüğünü ifade ederek, “Eğer internet sitesinde yayınlanmasaydı bu şekilde zarar gelmeyecekti. Biz o kadar duyarsız insan mıyız? Burada kahrolduk. Şimdi herkesin yaptığı rutin bir şey yaptık diye olayın haini... Sanki bombayı ben patlattım. Benim ihmalim mi?... Bunu ısıtıp ısıtıp kamuoyuna vermenin ne manası var? Biz görevden alınırsak basın rahatlayacak mı acaba?”


SONUÇ

Elbete, medyanın görevi ve niyeti Vali’nin görevden alınmasının üzerine bir bardaksoğuk su içmek değil.

Medya ilişkilerinde “Basın benimle niye uğraşıyor?” diye sormak yerine doğru soru,“Ben nerede hata yaptım?” olmalı.

Bunun için de Vali Bey dönüp, Mitt Romney’e, Mitt Romney de  Vali Bey’e bir göz atmalı mı acaba?

(www.medyafobi.com)


Batı tipi ETİK


Dikkat, yeni bir pencerede aç. PDFYazdıre-Posta
  • Komplo varsa “gerçek” de var
  • Etik kokan hareketler bunlar
  • BBC ve CIA’nin şeflerinden “ders” niyetine iki istifa



RAPORU HAZIRLAYANLAR:
Azime Acar & Ender Bölükbaşı



Batı’daki “Komplo varsa gerçek de var” lafının Doğu’daki karşılığı “Alem buysa Kral benim”dir herhalde.

CIA Başkanı David Petraeus’un şok eden istifası, hemen arkasından BBC’nin iki aylık Genel Müdürü George Entwistle’in yanlış çıkan bir haber üzerine istifa etmesi“Vay canına” dedirtti.

Hikayesi bir yasak aşk ilişkisiyle başlayan CIA Başkanı Petraeus Türkiye'de “Kuzey Irak’ta, 2003’te Türk askerinin kafasına çuval geçirten komutan” olarak tanınıyor.

Bu kez ‘Çuvalcı Komutan’ın başına FBI çorabı geçirdi.

Afganistan Orduları’na komuta ederken eski askertaze gazeteci bir kadınlayakınlaşarak bir yıl bir ilişki yaşayan Petraeus, herhalde bu ilişkisinin devletin iç hizmet güvenliğinden sorumlu FBI tarafından ortaya çıkarılacağını aklına getirmemişti.

Bu olayla, FBI’ın devletin üst düzey yöneticilerinin her türlü trafiğini onlardan habersiz “kendi güvenliklerini sağlamak adına” takip ettiği de ortaya çıktı.

FBIPetraeus’un ilişkisi olduğu iddia edilen Paula Broadwell’den gelen e-maillerindikkat çektiğini ve geriye doğru bir tarama yapıldığında, Broadwell ile CIA Başkanıarasında gönül ilişkisi olduğunun ortaya çıkarıldığını açıkladı.

Açıklamada, CIA Başkanı’nın izlenmesinin “Devlet güvenliği için tamamen yasal gerekçelerle yapıldığının” da altı çizildi.
CIA Başkanı’nın ABD Başkanlık seçimlerinin hemen ertesinde sunduğu istifanın arkasındaki hikaye de çok ilginç.

Afganistan Orduları Komutanı iken Paula Broadwell ile tanışan Petraeus,Broadwell’i de Afganistan’a götürmüş ve onunla kendi biyografisini yazması için anlaşmış. İki çocuk annesi ve evli olan Broadwell, bir yılı aşkın süre Afganistan’daPetraeus ile kitap üzerine çalışmış.

Ve, geçtiğimiz yaz aylarında “All in” (herşey dahil) adında bu kitabı yayınlamış. Kitapta, Irak’ta ve Afganistan’daki sert yöntemleriyle tanınan Petraeus, hani deyim yerindeyse neredeyse bir “melek” gibi tasvir edilmiş.

Eski askeryeni gazeteci Broadwell’in attığı twet’lere göz attığımızda, özlü sözlere merakı hemen göze çarpıyor. Örneğin, Mahatma Gandhi’den “Göze göz, sonunda bütün dünyayı bırakacak bir sonuca yol açar” ve Churchill’in “Strateji ne kadar güzel olursa olsun, herkes sonuca bakar” sözlerini paylaşmış.

Ancak, özel hayatında stratejiyi güzel kurmuş ama sonucun belki kendisi için iyi amaCIA Başkanı için hiç iyi olmadığı aşikar. Çünkü, General Petraeus’un bir sonraki dönemde Cumhuriyetçiler’in “Başkan Adayı” olmasına kesin gözüyle bakılıyordu.

CIA Başkanı“37 yıllık evliliğin ardından evlilik dışı bir ilişkiye girerken kötü bir karar verdim. Bu türde bir davranış hem bir koca hem de bizimki gibi bir örgütün lideri olarak kabul edilemez” diyerek, kariyerini etik sözcüklerle dolu bir açıklamayla sona erdirdi.

İşin bizim için ilginç olan yanı ise Petraeus’un “FBI bana komplo kurdu” veya “Bir komplo kurbanıyım” sözlerini sarf etmeyip, ortaya dökülen gerçeği kabul ederek, gereğini yapmasıydı.

Gelelim ikinci “gereğini yapma” vakasına.
Bize hayli uzak olan batı tipi etik kural istifasının ikinci örneği BBC’nin iki aylık genel müdüründen.

George EntwistleBBC’de yayınlanan “Newsnight” programındaki bir yanlış haberyüzünden haftasonu apar topar istifa etti.
Genel MüdürNewsnight programında “çocuk istismarı” ile ilgili yayınlanan bir haberde, eski bir Muhafazakar Partili politikacının “ismi verilmeden haksız yere hedef haline getirilmesi” nedeniyle istifa ettiğini duyurdu.

Newsnight programında Muhafazakar Partili Lord McAlpine adlı parlamento üyesinin 1980’lerde Galler’deki bakım evlerinde çocuklara cinsel tacizde bulunup, istismar ettiği iddia edilmiş, bu iddiada bulunan kişi daha sonra vazgeçip, özürdilemişti.

BBC’nin böylesine vahim bir gazetecilik hatası üst düzey yöneticileri çok zor durumda bıraktı.

“Yapılacak en onurlu şeyin, Genel Müdürlük makamından ayrılmak olduğuna karar verdim"  diyen Entwistle, “Her ne kadar bütün programların içeriğiyle tek tek ilgilenemeyecek bile olsa tüm içeriğin sorumluluğunu taşıyan kişi olarak kabul edilemez gazetecilik standartlarını göz önüne alarak” görevinden ayrıldığını söyledi ve  koltuğunu bu şık açıklama ile terk etti.


SONUÇ

Bir kaç ay geriye gittiğimizde, BBC’nin yeni Genel Müdürü’nün daha önce BBC’de görev yapan ünlü sunucu Jimmy Sevile’in “12-14 yaşındaki çocukları taciz ettiğine” ilişkin yine Newsnight programında yayınlanacak bir içeriğe müdahale edip,haberi engellediği iddia edilmişti.

Göreve geldiği ilk günlerde “geçen yıl 84 yaşında ölen ve altın tabutla gömülen BBC’nin efsane sunucusu Savile’nin hakkındaki haberlerini örtbas etmek iddiasıyla” Avam Kamarası Kültür ve Medya Komisyonu’na ifade vermek zorunda kalmıştı.

Belli ki Genel Müdür bu kez başka bir engelleme topuna girip, daha fazla risk almak istememişti. Ama haber hatalı çıkınca, fatura da ona kesildi.

Sonuçta, BBC Genel Müdürü’nün “Bana gazeteciler komplo kurdu” veya “Bu işin arkasında başka hesaplar var” türünden sözler de duymadık.

“Bizde olsa...” dediğinizi de duyar gibiyiz.

(www.medyafobi.com)


Can çıkar, GÜNAH ÇIKMAZ



Dikkat, yeni bir pencerede aç. PDFYazdıre-Posta
  • Siyasette “günah çıkarmak” için yapılacak bir şeyvar mı?
  • Tadından yenmez bir “Kadımız” oldu


RAPORU HAZIRLAYANLAR:
Azime Acar & Ender Bölükbaşı



Avrupa Birliği’ne uyum yasaları çerçevesinde ‘Kamu Denetçiliği Kurumu’ adı altında yeni bir kurumumuz oldu, hayırlı olsun.

Kurumun amacı “devleti denetlemek”“vatandaşla devlet arasında arabuluculuk yapmak”.

Bir nevi tarafsızlığı gerektiren bu yeni kurumun ombudsmanlığına, yani baş denetçiliğine öyle bir isim atandı ki medya bir günde seceresini ortaya döktü. Ama ne secere, oku oku bitmez.

Mehmet Nihat Ömeroğlu yeni ombudsman ya da baş denetçimiz.

İşin ilginç tarafı ÖmeroğluMeclis’e ombudsmanlık başvurusunda bulunurken CV’sine,alkol ve sigara kullanmadığı bilgisini ihtiyaç olmadığı halde eklemiş,  “yok”diyerek altını çizmiş.

Ama Ömeroğlu’nun geçmişte bir başka günahı var ki, 40 su yıkansa çıkacak gibi görünmüyor.

Ömeroğlu2005 yılında Yargıtay 5. Daire’de görev yaptığı sırada, “Gazeteci Hrant Dink, bir yazısında Türk Ceza Yasası’nın 301. maddesindeki ‘Türklüğü aşağılama’suçunu işlediği” gerekçesiyle mahkum edilmişti.

Dönemin Yargıtay savcısı cezanın bozulmasını özellikle istemişti, çünkü cezahaksızdıCeza Genel Kurulu ise Yargıtay savcısının itirazını reddetti. İşte o red kararında imzası olan 23 Yargıtay üyesi arasında yeni ombudsman  da var.

Yeni ombudsman ÖmeroğluHrant Dink’in mahkumiyetinin onanması için canla başla çalışanların arasında sayılıyor ki, Dink’in ölümüne yol açan sürecin de günahına ortak olanların başında geliyor.

Seçilmesinin hemen arkasından medya, baş denetçinin eski günahlarını öyle hızlı tedavüle soktu ki, Ömeroğlu“Gerçi işlediğim günah bana aittir, bundan sonra yapacaklarımıza bakalım” tadında açıklamalar yaptı. Ama nafile;

“Dink kararının verildiği gün Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nda görevliydim. Dosyalar sırayla görüşülüyordu. Biri de bu dosyaydı. Kararımızı verdik. Yemin ettikten sonra bunları yeniden tartışırız ancak rutin bir dosyaydı, sanki hedef gösterme amacı varmış gibi davranılması çok yanlış.”

ÖmeroğluBaşbakan’ın oğlunun nikah şahitliğini yapmasını ise, “tarafsız olması gereken makamına” bir etkisi olmayacağı inancında;

“Ben hukuk adamıyım. Kimseden ne emir alırım ne talimat alırım. Bir büyük olarak görmüşüm, nikaha davet etmişim. Herkesin nikâhına gidiyor Sayın Başbakan. Bunca yıllık emeğim ortadayken, bu nikâh nedeniyle neden hukukçu kimliğim görülmüyor? Bundan sonra nasıl çalışacağıma bakılsın.”

Bu arada, Hürriyet’in ombudsmanı Faruk Bildirici, Pazar günkü yazısında devletin ombudsmanı Ömeroğlu’nun detaylarını da çarpıcı biçimde ortaya döküverdi.

Meğerse, Ömeroğlu seçildikten sonra sadece günah çıkarmakla kalmamış, bir de seçildiği makamın kaynağını “baş kadılığa” dayandırmış;

“(Ombudsmanlığın) temelini, Osmanlı’da Kadi’l Kudat denilen müessese oluşturuyor. İsveç Kralı XII. Şarl, Osmanlı’ya sığındığı 4,5 yıllık dönemde, idare sistemini inceledi ve ülkesine döndüğünde ombudsman atadı.”

Ömeroğlu’nun Kadi’l Kdat tanımının karşılığını “Kadılar Kadısı” ya da “Başkadı”olarak çevirmek mümkün. Kökeni de ta Selçuklular’a kadar dayanıyor. Yani,ombudsmanlık ve AB uyum yasalarıyla alakası yok.

Bu haliyle Ömeroğlu tadından yenmez bir kadıya dönüştü, Muhteşem Yüzyıldizisindeki Şeyhülislam Ebussuud Efendi karakterinin etkisinde mi kaldı acaba?


SONUÇ

Ömeroğlu’nun, iyi niyetle kendisini savunma açıklamaları bir yana, bu açıklamalarla geçmişin günahını çıkaramayacağı aşikar. Çünkü, dönüp dolaşıp Hrant Dink’in ölümüne yol açan süreçteki rolü hep ayağına dolaşacak.

Vicdanı sızlamasa bile başı ağrıyacak. Çünkü medya başını ağrıtmaya devam edecek. Tıpkı zamanında Ahmet Kaya’ya yapılan gibi.

Geçtiğimiz günlerde, ölüm yıldönümünde anılan Ahmet Kaya için medya 40 kere günah çıkartma açıklaması yapsa da günahı işleyenlerin boynunda hep kalacak.

Bir medya mensubundan, 10 Kasım 2012’de Paris’te Ahmet Kaya’nın mezarını ziyaret eden Akşam yazarı Tuğçe Tatari’nin kaleminden aktaralım;

“Canım yanıyor...

'Ne çok insana, ne çok evladına acıyı tattırmış bir ülkedir ve her şeye rağmen aşkla sevilir' diyorum..

Mezar başında benden başka üç kadın daha var... Üçü de gözyaşlarını durdurmaya çalışıyor...

Birinin sesi yanık. Ahmet Kaya'dan söylüyor; ayrılığın hediyesi.

Havanın soğukluğu hissedilmez oluyor...
Mezar başındaki kadınlar görünmez oluyor...
Başımın içinde bir uğultu... Kalbim sızlıyor.”

(www.medyafobi.com)


BEYAZ ATLI PRENS



Dikkat, yeni bir pencerede aç. PDFYazdıre-Posta
  • “Reklam Yıldızı” olmak ciddi iştir
  • Ali Ağaoğlu’nun “samimiyet” ile “kibir” arasındakiyolculuğu
  • Erkin Koray’ın kapitalizm ile “şaşkın” düeti


RAPORU HAZIRLAYANLAR:
Azime Acar & Ender Bölükbaşı



Orhan Gencebay’ın bu aralar Ebru Gündeş yorumuyla tekrar gündemde olan “Dil Yarası” adlı şarkısını hatırladık; Dil yarası en acı yaraymış...

Yarattığı “acı”nın dışında çok da iz bırakan bir yanı var dil yarasının. Bu şarkıyı bu sıralar en çok Ali Ağaoğlu dinliyor olsa gerek.

Zira, Ali Ağaoğlu “Maslak 1453” projesi için çektiği reklam filmi ile yarattığı “Sakıp Sabancıvari” halk adamı havasından bir anda “Beyaz Atlı Buz Prens”e dönüştü.

Proje için öylesine büyük bir lansman yapıldı ki, Sinan Çetin’in çektiği reklam filmi çok yüksek frekansta ve çok değişik mecralarda günlerce yayınlandı.

Reklam filminde Ağaoğlu’nun, “Bu değil, bu hiç değil” diyerek mimarların getirdiği projeleri yerlere atması, 100 bin dolarlık saatlerini göstermesi bir tarafa, “beyaz bir ata binip Fatih Ormanı’nın içine dalması” hepsinin üstüne mum dikti.

HaberTürk Grubu’yla çekişmeli bir geçmişi olan Ali Ağaoğlu’nun böylesine kibirlitavrının yarattığı sarsıntı, ister istemez medyanın baş konusu haline geldi. Hele desosyal medyada.

Hürriyet Gazetesi’nden Ayşe Arman“reklam filmindeki kibirli tavrın Ali Ağaoğlu’nu bitirdiğini” söyleyerek, yönetmen Sinan Çetin’in “Ali Ağaoğlu’na hata yaptırdığının” altını çizdi;

“Hangi duyguya hitap etmek için çektiler anlamak mümkün değil... Ama bir reklamcının müşterisinin imajını da düşünmesi gerekmez mi?

Biraz geç bir yazı oldu ama reklamı nerede izlesem, kiminle izlesem, derin bir sessizlik oluyor ve insanların çıtı çıkmıyor, antipatiyle ekrana, sinema perdesine bakıyorlar, ne kadar huzursuz olduklarını da hissetmemek de mümkün değil…”


Antipatik reklam filminde at koşturan Ali Ağaoğlu’nun, Fatih Ormanı’nın işletmesi için Orman ve Su İşleri Bakanlığı’ndan “izinli” olmadığı da ortaya çıktı.

Bakanlık, yükselen tepkiler üzerine hızla harekete geçip, “devir işleminin Orman Bakanlığı’nın iznine tabi olmaksızın yapılması üzerine” sözleşmeyi ve ruhsatı iptal etti.

Ali Ağaoğlu, ruhsat iptalinin hemen sonrasında cnbc-e’ye yaptığı ilk açıklamada dil yaralarına yenilerini ekledi.

"Oraya Hyde Park yapacaktım, alsın bakanlık kendi yapsın" diyen Ağaoğlu, izinsiz reklam konusunda  da, "Tecavüzcü Coşkun orada film çekerken izin mi alıyor?" diye sordu.

Ardından düzenlediği basın toplantısında ise “saygılı” bir dil kullanmaya çalışan Ali Ağaoğlu“Reklam filmi biraz kibirli oldu, kabul ediyorum” dedi ve projede usül hatası yaptığını kabul etti.
Ancak, Ağaoğlu şirketlerinin zor durumda olduğu ve Başbakan'dan yardım istemeye gittiğine ilişkin sorulara yanıt verirken yine “parasını” konuşturdu;

“Yardıma ihtiyacım yok ki yardım talep edeyim. Başbakan’ı ziyarete 3 milyonluk arabayla gittim.”

Ali Ağaoğlu’nun basın toplantısındaki açıklamaları kadar bir önceki hafta CNN Türk’teki “Aykırı Sorular” programındaki hazırlıksız hali de bu gelişmelerle birlikte gündeme geldi.

O programda Enver Aysever’in soru soruş tarzı ve üslubu karşısında yeni dil yareleriekleyen Ali Ağaoğlu“şeffaf” olduğunu “samimi” bir dille anlatmaya çabalarken şöyle bir cümle bile kurdu;

 “Ben şeffaf bir adamım, bağırsağımdaki bok bile görünür.”

Ağaoğlu, o programda Maslak 1453 projesi nedeniyle bölgede ağaç kestiğine ilişkin soruya ise şu yanıtı verdi;

“Değil 3 bin, üç ağaç kestiğimi ispatlasınlar etek giyer Taksim’de gezerim.”


SONUÇ

Ali Ağaoğlu, programın sonunda 60 bin dolarlık saatini “eğitimde kullanılmak şartıyla” Enver Aysever’e vererek, durumu biraz olsun kurtarmaya çabaladı. Ama reklam yıldızlığının bir faturası olduğunu da öğrendi.

Tıpkı yıllarca “Kapitalizme Hayır” sloganını konserlerde diline pelesenk edenAnadolu Rock müziğinin usta ismi Erkin Koray gibi.

“Çöpçüler”“Öyle bir geçer zaman ki”, “Kızları da alın askere”“Estarabim”,“Şaşkın” gibi unutulmaz eserlerin bestecisi ve söz yazarının Garanti Bankası reklamında oynaması hayranlarını tıpkı şarkısındaki gibi “şaşkına” çevirdi.

“Rock müziğini hayat tarzım olduğu için seçtim, amacım para kazanmak olsaydı popçu olurdum” açıklamasıyla bilinen 71 yaşındaki efsane ismin, "250 bin lira karşılığında ‘Şaşkın’ parçasının sözlerini değiştirerek oynadığı reklam filmi”hayranlarının tepkisine neden oldu.

Bazı hayranlarının “Kapitalizm seni de satın aldı” eleştirilerine karşın yine de çoğu hayranı Erkin Koray’ı anlamaya çalışıp, ona sahip çıktı.

Reklam filminde “tavukla düet” yapan ama normal hayatında cep telefonu bile kullanmayan ve “Kapitalizm insanlığa yakışmıyor” sözünü sık sık tekrarlayanErkin Koray’ın “reklam yıldızı” olma macerası Ali Ağaoğlu kadar olmasa bile başını şimdiden ağrıtmışa benziyor.

(www.medyafobi.com)


AMERİKAN usulü


Dikkat, yeni bir pencerede aç. PDFYazdıre-Posta

RAPORU HAZIRLAYANLAR:
Azime Acar & Ender Bölükbaşı



300 milyon nüfusta, sivillerin elinde 270 milyon silah...
Yani, her 100 kişiden 96’sına bir silah...

Komşusu Kanada’da silah sahibi olanlar parmakla gösterilecek kadar az, Pasifik Okyanusu'nun karşısındaki Japonya’da ise neredeyse kimse silah sahibi değil.

Cuma günü tarihinin ikinci büyük katliamını yaşayan Amerika’dan söz ediyoruz.

“İlki hangisiydi?” diye soranlar için hemen hatırlatalım, 2007 yılında Virginia Politeknik Üniversitesi’ndeki baskında 32 kişi hayatını kaybetmişti.

Connecticut eyaleti Newtown kentindeki okul baskınında bu kez 27 kişi hayatını kaybetti. Üstelik kurbanların 20’si 10 yaş altındaki çocuklardı.

20 yaşındaki Adam Lanza’nın aynı okulda öğretmen olan annesini de öldürdüğükatliam, şok ve derin bir üzüntü yarattı, kolayca ulaşılabilen silahların artık “kontrol altına alınması” ile ilgili tartışmaları da eş zamanlı olarak başlattı.

Peki, böylesi can yakıcı bir krizde yetkililer ilk anlardan itibaren nasıl tepki verdi? Kim,ne tür açıklamalar yaptı, neler dedi?
  • Amerika’da yerel saatle 9.40’da (Türkiye saatiyle 16.40) Sandy Hook ilköğretim okulu baskınından kısa bir süre sonra eyalet polisi çok kısa bir açıklama yaparak, sadece “bazı yaralılar olduğunu” belirtiyor, gelişmeleri paylaşacaklarını duyuruyordu.
     
  • Yarım saat sonra Newtown Danbury Hospital’in yöneticisi, “Çok, çok trajik” sözleriyle kameralar karşısındaydı.
     
  • Bundan 5 dakika sonra Beyaz Saray sözcüsü “Başkan Obama’nın saldırıyla ilgili bilgilendirildiğini” açıklıyordu. Aynı anda NBC, haber kaynaklarından edindiği “çok sayıda çocuğun” vurulduğu bilgisini duyurmaya başlamıştı bile.
     
  • Connecticut Valisi Dan Mallay, olayı duyar duymaz Newtown’a gidip basın mensuplarına açıklama yaparken, twitter’ı da ihmal etmiyordu. Saldırıyı “tarifi mümkün olmayan bir trajedi” olarak tanımlayan Vali “Bugün şeytan buradaki toplumu ziyaret etti.” ifadesiyle dikkat çekiyordu.
     
  • TV kanalları çoktan olay yerinden canlı yayın ile telefon bağlantıları yapmaya başlıyor ve edindikleri tüm bilgi kırıntılarını izleyicilerine aktarıyorlardı. Geçmiş katliamlar ise arşivlerden çıkarılıyordu.
     
  • Olaydan sonra kısa aralıklarla düzenli olarak medyanın karşısına çıkan polis yetkilisi, “öncelikle ailelerle bilgileri paylaştıktan sonra isimleri açıklayabileceklerini” söylüyor, bu konuda anlayış istiyordu.
     
  • Beyaz Saray Sözcüsü Jay Carney, gazetecilerin “silah kontrolü” ile ilgili sorularını “Bugün silah kontrolünü tartışma günü değil” diyerek savuşturuyordu.
     
  • Obama öğleden sonra saat 3’ü biraz geçerken Beyaz Saray'da kameraların önündeydi. Medyanın karşısına çıkmadan önce “bayrakların yarıya indirilmesi” talimatını veriyordu...
     
  • Obama’nın salona girişi ve çıkışı dahil kameraların karşısında kaldığı sürenin toplamı 4 dakikayı aşmıyordu. Duygularını göstermekten hiç kaçınmayan Obama’nın gözlerinin kenarlarını sildiği an ve “Bugün kalbimiz yaralı” sözleriyle dünya medyasının gündemine oturuyordu.
     
  • Obama'nın sözleri de vücut dilini destekliyordu. Sık sık duygulanarak konuşmasına ara veriyordu. İlk tepkisini Başkan olarak değil, bir ebeveyn olarak verdiğini vurgularken, “Hepimizin kalbi kırık. Benim duyduğum büyük ızdırabın aynısını hissetmeyen hiçbir ebeveyn olmadığını bilmiyorum” diyordu.
     
  • ABD Başkanı, “duygusal”  açıklamasını gazetecilerden hiç soru almadan şu sözlerle bitiriyordu; "Bu akşam kızlarıma daha sıkı sarılacağım, tüm Amerikalılar gibi..."
     
  • Gazetecilerin tüm sorularını ise Obama’nın açıklamasından beş dakika sonra bir basın toplantısı düzenleyen, Vali ile birlikte kameraların karşısına tekrar geçen aynı emniyet yetkilisi, olayın netleşen ayrıntılarını paylaşıyordu.

SONUÇ

Obama konuşmasında, silah satışlarının kontrolüne ilişkin “anlamlı eylem” adını verdiği bir çağrıda da bulundu. İçi dolu olmayan bu çağrı silah karşıtlarınca "bunlar laf salatası" homurtularıyla karşılandı.

Amerika’da bunlar yaşanırken, Türkiye’deki "silah durumuna" bir göz atarak bitirelim.

Türkiye’de kayıtlı 3 milyonkayıtsız 4-8 milyon silah var. Umut Vakfı’na göre her yıl4 bin 500 kişi ülkemizde ateşli silah nedeniyle ölüyor. Ateşli silah kullanılan suçlarınyüzde 75’i ruhsatsız silahla işleniyor.

(www.medyafobi.com)


Üç TRAJEDİ



Dikkat, yeni bir pencerede aç. PDFYazdıre-Posta
  • Van Vali Yardımcısı ve  “hafife almanın” ağır bedeli
  • İki radyocunun şakası ölümle sonuçlandı
  • New York metrosunda foto-etik tartışması


RAPORU HAZIRLAYANLAR:
Azime Acar & Ender Bölükbaşı



Bazen olayları hafife almanın bedeli sanılandan çok ağır olabiliyor. Bu hafta anlatacağımız üç “hafife alma” olayı, üç ayrı ülkeden. Biri de tabi ki Türkiye’den...

Trajediyle sonuçlanan ülkemizdeki olayla başlayalım.

Van’da sınıf öğretmeni olarak görev yapan 27 yaşındaki Gülşah Aktürk, geçen hafta eski erkek arkadaşı Hakan Başar tarafından öldürüldü.

Gülşah Aktürk’ün “Hakan Başar’dan kurtulmak için” yasal yollara başvururken yaşadığı trajedi ise ölümünden sonra gazeteciler tarafından ortaya çıkarılan dilekçesiyle anlaşıldı.

Öğretmen Gülşah Aktürk, eski sevgilisinin kendisini ölümle tehdit etmesi üzerineVan Cumhuriyet Başsavcılığı’na “can güvenliği olmadığı” gerekçesiyle başvurarak“koruma” talebinde bulundu. Bunun üzerine eski sevgili hakkında aile mahkemesinde dava açıldı. Mahkeme, altı ay süreyle Hakan Başar’ın, Gülşah Aktürk’e yaklaşmasını yasaklamasına rağmen eski sevgilinin tehditleri sürdü.

Gözü korkan 27 yaşındaki genç kadın, 26 Kasım günü dilekçe vererek 45 günlük rapor alıp, Konya’daki ailesinin yanına sığındı. Ne var ki, eski sevgili, takip ettiği genç kadını 6 Aralık'ta Konya’da öldürdü.

Gülşah öğretmenin dilekçesini okuyunca, yaşadığı trajedinin ve duyarsızlığın ne denli derin olduğuna şehit oluyoruz.

Dilekçede, Van Valisi ile görüşmek istediğini ancak Milli Eğitim’den sorumlu Vali Yardımcısı Zafer Coşkun’a yönlendirildiğini belirten Gülşah öğretmenin ifadeleri aynen şöyle;

“Durumu anlattık. Hayatımın tehlikede olduğunu söyledik. O da bana ‘en kötü ihtimal öleceğimi, ölümün hak olduğunu, kaçış olmadığını, hiç olmadı istifa edebileceğimi, yanımda biber gazı ile gezmem gerektiği’ gibi hiç de duyarlı olmayan bizi daha da demoralize eden tavsiyelerde bulundu. Hatta ‘böyle abuk sabuk insanlarla arkadaş olan kızlarımızda hata’ diyerek kısmen beni suçladı ve bizi gönderdi.”

Gülşah öğretmen dilekçesinde, "Başına geleceklerden Van Valisi, Milli Eğitimden Sorumlu Vali Yardımcısı ve Milli Eğitim Müdürlüğü’nün sorumlu olacağını” belirtirken, “Ölümüm halinde bu kurum ve şahıslara ailem tarafından maddi manevi tazminat davası açılmasını istiyorum” diye vasiyette de bulunmuş. Resmen başına gelecekleri tahmin etmiş.

Cinayetle sonuçlanan olaydan sonra Van Vali Yardımcısı Zafer Coşkun, yaptığı kısa açıklamada, durumu hafife almanın ne büyük hata olduğunu belli ki anlamıştı amageri dönüşü olmayan bu durumda “teselli verme” bahanesine sığındı;

“Rahatlamasını sağlamak için söylenmesi gereken neyse bende onları söyledim. Bu gibi konuları kafasına takmamasını, canını sıkmaması gerektiğini anlatarak teselli verdim.”

Durumu hafife almanın ikinci trajik örneği ise İngiltere’den... Trajediyi yaşatanlar, dünyanın bir ucundaki Avusturalya’dan iki radyocu, trajediyi yaşayan ise dünyanın öbür ucunda İngiltere’deki bir hemşire.

İngiliz Kraliyet ailesinin veliaht prensi William’ın eşinin bulantı ve baş dönmesi şikayetleriyle hastaneye gitmesinin ardından prensesin hamile olduğu açıklandı.

Avusturalyalı iki radyocu Mel Greig ve Michael ChristianCambridge Düşesi Catherine’nin sağlık durumuyla ilgili  bilgi almak üzere Kraliçe 2. Elizabeth ile Prens Charles’ı taklit ederek hastaneyi aradılar. 46 yaşındaki hemşire Jacintha Saldanha da bu şakaya kanıp, iki cin fikirli radyocuya düşesin sağlık bilgileriniayrıntılı biçimde aktardı.

Daha sonra bunun bir radyo şakası olduğunu öğrenen hemşire Saldanha, yaşadığı derin şoku kaldıramadı. Üç gün sonra kaldığı hastane pansiyonunda intihar etti.


SONUÇ

Avusturalyalı iki radyocu basit bir telefon şakasının bu noktaya gideceğini herhalde tahmin edememişlerdi.

Avusturalya Başbakanı’nın özür açıklamasında bulunduğu olayın ardından 2Day FM’in CEO’su, “İki sunucu da şok içinde. Olayın böyle trajik bir şekilde sonuçlanacağını kimse tahmin edemezdi” derken, iki genç radyocunun "işlerine son verilmeyeceğini” bildirdi.  Ağır eleştirilere hedef olan radyocular ise twitter hesaplarını kapatmak zorunda kaldı.

Üçüncü trajedi örneği de New York’tan, New York metrosundan...

Akli dengesi yerinde olmayan birisi tarafından tam metro treni gelirken raylara itilen Çinli bir adam, o sırada orada olan ve serbest çalışan gazeteci Umar Abbasitarafından ölümünden bir kaç saniye önce görüntülendi.

58 yaşındaki Çinli Han Ki-Suk’un ölümünden hemen önce fotoğrafının çekilmesi ve üstelik  bu fotoğrafın 18 bin dolara New York Post gazetesi tarafından satın alınıp manşetten yayınlanması büyük bir etik tartışmaya yol açtı.

Fotoğrafı çekenin, raylardan çıkmaya çalışan adama yardım etmek yerine fotoğrafını çekmesi ve gazeteye “atlatma haber” olarak servis yapması kimilerine göregazetecilik refleksiydi. Pek çok gazete okuruna göreyse tam bir rezalet.

Gazeteciler, bu etik tartışmada ikiye bölünürken, en çok sorulan soru, “Peki, siz olsaydınız ne yapardınız?” oldu.

Biz de size soralım, siz olsaydınız ne yapardınız?

(www.medyafobi.com)