24 Haziran 2013 Pazartesi

Bir oyun... Adı: Kriz Yönetimi

 

Bir oyun... Adı: Kriz Yönetimi

İlginç bir oyun sahneledi “devlet” tiyatroları.
Başroldeki sanatçı, rolünü oynarken müthiş başarılı.
Rolden role geçerek o kadar güzel oynuyor ki, hayret etmemek mümkün değil.
Hani bunun bir tiyatro oyunu olduğunu bilmese insan, sahi sanacak.
O derece yani.

Önce bir yalancıyı oynuyor.
Hem de iflah olmaz bir yalancıyı.
Kimi zaman bire bin katarak;
Kimi zaman, olmayan şeyleri olmuş gibi; olmadık şeyleri öyleymiş gibi…
Ekleyerek, pükleyerek, abartarak, saptırarak…
Hayran kalıyorsunuz.

Ama bir taraftan da, “yalan”ı da sorgulatıyor insana ve ister istemez şu soruyu soruyor insan kendi kendine:
Acaba herkesin gözünün içine baka baka, bu denli uçsuz bucaksız yalan söyleyen-söyleyebilen insanlar, hiç soluksuz kendi savurdukları böylesine ard arda bombardıman gibi yalanlara kendileri de inanıyorlar mıdır ki başkalarının da inanacağını düşünerek, bu denli de endazesiz, çok ve rahat yalan söyleyebiliyorlardır?

Zira oyuncu bunu o kadar kendinden emin de oynuyor ki, o denli de emin ki kendinden, yani demek ki yalancılar insanların onlara inanabileceğinden “gerçekte de” emin midirler ki diye, elinde değil, merak ediyor insan. Oyundan beri de bunu düşünüyorum, cevabını ben bilemiyorum çünkü… ancak yalancılar cevaplayabilir… Ama işte onlar da cevapladığında, doğruyu mu söyler, yoksa yine yalanı mı, gel de çık işin içinden.

Hakikaten çok da ilginç bir durum ve ilginç bir sorudur bu… yani yalan konusu.
Oyunu seyrederken, haliyle bu eğlenceli oluyor tabii ve önemini de, ciddiyetini de o kadar da ayırt edemiyorsunuz ama, şöyle bir aynı şeyin pekalâ gerçek hayatta da olabildiğini, olduğunu ya da olabileceğini düşündüğünüzde, durumun vehameti, ister istemez hayatı anlamak, hayatı algılamak, insanı tanımak, insanı bilmek açısından, hani filozoflar da hep der ya, “insan, kendini tanı, kendini bil !” diye, insanın da işte kendini bilmesi, had bilmesi ve keza hak bilmesi açısından da oldukça önemli.

Sonra hiç çaktırmadan hafif bir slalomla başlayıp giderek daha geniş "S"ler atarak, tam anlamıyla birtakım psikolojik vak’aları oynuyor.
Mesela ilk olarak, az önce söylediği bir şeylerin bu defa da tam tersini söyleyerek;
ve bu arada birşeyler de yapıyor ve de o yaptığının da, sanki o hiç öyle bir şey yapmamış, sanki hiç öyle yapan kendisi değilmiş gibi, tam aksini söyleyerek…

“A-aa diyorsunuz kendi kendinize, sen mi diyorsun şimdi bunları..? Daha az önce başka bir şey diyordun, daha demin tam da söylediğin bu kötü şeyi kendin yaptın, o söylediğin doğru şeyi de, asıl kendin hiç de öyle yapmadın, ne iş? İnsaf yani bu kadar da olmaz-olamaz” dememek için zor tutuyorsunuz adeta kendinizi…
Yani o kadar başarılı, kendini inkâr psikolojisini oynarken de veya kendiyle barışık olmayan ve de art niyetli insanlardaki gibi kendini farklı gösterme çabasını oynarken de, yani işte egosantrik ve ego güdümlü bir sürü psikolojik olguyu, figürü oynarken de.

Tabii bu arada gerçek hayatta da insanlar arasında çok yaygın olan, “kendi yaptığı ve kendi öyle olduğu kötü şeyleri”, başkalarına mâl etmeyi oynamayı da ihmal etmiyor.
Yani tam da psikolojide “yansıtma” başlığına giren şekilde, başkalarına, tabii daha ziyade de “kedi ciğere mundar der” hesabına, kendinden üstün veya etkin ya da daha rahat, daha iyi durumda olanlara, keza kuyruğu dik tutmak adına da mesela kendisine düşman bellediklerine, karşısında onu sıkıştıranlara ya da rakip bellediklerine veya “kriz yönetimi” ya zaten oyunun adı da-konusu da, hasılı asıl, kendisini bu krize sokanlara, yani kendisine karşı çıkanlara mâl ederek;
Ve de tabii aynı şekilde ama tam tersi olarak “yapması ve olması gerekip de, olmadığı, yapmadığı şeyleri” de, yani iyi şeyler yapmamayı yine onlara mâl ederek; onlardaki iyi şeyleri de kendine mâl ederek…

Öyle ki, hakikaten şu yansıtma konusu, gerçek hayatta olduğu zaman mesela, zaten böylelerine çok da sık rastlandığı için, o yüzden de artık alışık olup, olan bitenlerin de sürekli içinde de olduğumuz için, belki pek etkilemiyor bizi ama, dışarıdan bakıp bir oyun olarak, hele de böyle “yalan potansiyeli üzerine kurulu başarılı bir oyun” olarak izlediğimizde: “Böylelerine hem de koskocaman bir ayna gerekir kesin…” diye düşünmekten alamıyor insan kendini. Hani, geçip de o aynanın karşısına, zaten kendine söylemesi gereken o şeyleri, asıl kendi kendine söyleyebilmesi açısından.

Hem zaten böyle durumdaki insanlar için tam da asıl, dışarıya verdiği “görüntü” önemlidir. Yenilmeme patalojisi… güçsüz görünmeme, kötü, na-makbûl ve istenmeyen-sevilmeyen biri olarak görünmeme sendromu. Akılları çıkar bundan, çünkü sıfır olur motivasyonları, ne yapacaklarını şaşırır. Saldırganlaşırlar, oraya buraya çırpınır, çarpar, çırpındıkça da daha da kısılırlar, daha da çaresizleşirler… çünkü kapana sıkışmış fare gibi hissederler kendilerini. O nedenle de, yalnızca kendilerini evirmekle, eğip büküp yamultmakla kalmayıp, olmamış şeyleri olmuş, öyle olmayan herşeyi de öyleymiş gibi evirmek de durumundadırlar. Mecburdurlar buna, ne yapsınlar?

Sonra da birdenbire… Tanrım heyhaaatt… ne oluyor? Abondone durumdasınız, öyle bir haldeyken, böyle bir hale ne zaman, hangi ara geçti bu… hiç farketmedik, bir bakıyoruz ki oyuncumuz “kurban” rolü oynamaya başlamış.
Tam da yine işte psikolojide de olduğu gibi… mağdur rolüne bürünme, mazlumu oynama, kendine acındırma yöntemi… bu defa da “acıların insanı”!

Öyle emrah emrah ki, ama yusuf yusuf'luk da var tabii;
Birden duygusallaşıyorsunuz, öylesine iyi oynuyor, gözleriniz yaşarıyor… Bakıyorsunuz, insanların da gözleri dolu dolu… Ona hak veriyorsunuz hatta, bu bir oyun olduğu halde, o da sadece bir oyuncu olduğu halde, sanki gerçek hayatta da tanırmışsınız gibi onu, birden seviyorsunuz bile; bir kendinize gelip şöyle bir silkelenip “yahu bir oyun bu” deseniz dahi kendi kendinize, bir yokluyorsunuz yüreğinizi, şefkat ve merhamet kaplamış, seviyor olmuşsunuz… ama buruk bir sevgi tabi, olumlu olumsuz bir sürü başka duygularla da karışık.

İnanmıyorsunuz belki ama inanın bir an geldi, kendim bile farkında değilim öyle kaptırmışım ki kendimi oyuna, dilimden şunlar dökülüverirken yakalayıverdim kendimi: Ahhh ne çektin sen be yavrum..!

Etrafımdakiler duydu mu, çaktı mı inanın hiç bilmiyorum… sanki o ses benden çıkmadı gibi yaptım, hiç oralı olmayıp, hemen toplayıverdim kendimi tabii ve bu çok kısacık duraksama, an kadar kıpkısa bir “oyunla irtibatımın kesilme” durumunun akabinde, hiçbirşey olma-mış gibi yine oyuna dönüp normal normal izlemeye devam ettim.

Yani işte görüyorsunuz nasıl da oyunun moduna izleyiciyi de anında sokan, sizi de tıpkı o oyuncunun rolündeki gibi, sanki siz de öyleymişçesine, sizi de kendisi gibi, –miş gibi “oynatan” kıvraklıkta bir oyuncu ve bir oyun.

Bunun hemen akabinde de öyle bir hale evriliyor ki oyunumuz, yine anında ve birdenbire şunu düşündürtüyor size, şunu kavrayıveriyorsunuz, daha doğrusu oyuncunun, rolüne ve rolündeki kendini başarmaya kaptırmışlığı ve buna adamışlığı kavratıyor bunu size… Hmmm diyorsunuz… haklı yani, vah vah bunca şeyler olmuş -acıların insanı ya- bu denli ruhundaki hınç, hırs, kin, nefret, intikam, düşmanlık, kendine yapılanları o da bu sefer başkalarına yapar hale gelmek… kompleksler… yenilmeme içgüdüsü, baskın olma, paçayı kaptırmama dürtüsü… aslında aşağılık kompleksinin, ezikliğin, yıpranmışlığın, çaresizliğin, eksikliğin dışa vurumu olan kibir, inat, paranoid durumlar, kendini ve yaptıklarını inkâr şu, bu… hatta kararsızlığın bile kararlılık olarak dışa vurumu; bir türlü yetinememe, doyamama, içindeki fırtınayı bastıramama, susturamama, susmak gerekirken susamama durumu… yani diyorum ya işte psikolojik kökenli daha neler, neler… e doğal, normal diyorsunuz…

Yani aniden, bu kendini haklı çıkarma, haklı gösterme kılıfını da öyle bir kuşanıvermiş oluyor ki, siz de tam o anda bu oyunu sanki gerçek-miş gibi nasıl da bu kadar güzel oynayabildiğinin ve niye böyle oynadığının da birdenbire esrarını çözüveriyor, sırrına vakıf oluveriyorsunuz. Ama yok, tam böyle de değil, anlatamadım. Asıl şöyle: bütün bunları psikoloji bilginizin de gereği olarak zaten önceden de biliyor olduğunuz halde, yine, tekrar tekrar, sürekli, yeniden, yeniden, yeniden bir kez daha keşfetmiş oluyorsunuz.

Yani dilim dönmüyor, anlatılabilecek gibi bir şey değil, izlemek gerek.

Tabii bu arada sahnede çeşitli mizansenler, kurgular falan da yer alıyor. Oyuncunun yanısıra arka planda dekor mahiyetinde bir takım görseller, ayrıca figüranlar, saptırmalar, sahte kanıtlamalar filan da oyuncunun oyununu destekleyecek şekilde, daha doğrusu izleyiciyi oyuncuyu doğrulatacak, onaylatacak, oyuncunun lehine yönlendirecek şekilde oyun boyunca aslında, ama sizin o sırada pek de farketmeyeceğiniz bir düzenlilikte ara ara oyuna kısacık kısacık veya tekrar tekrar sıkıştırılarak oyuna eşlik de etmiş oluyor.

Ama sonrasında da ve zaten sonlara doğru da bir ara tavsıyor sanki oyun… bir yalancıyı oynadığını unutuveriyor gibi sanki oyuncu, ama asıl şu, birden aslını sanki oynuyor gibi oluyor! E işte diyorsunuz o anda da içinizden, yalancının mumu… Ama bu bile, tam da “gerçekte de” her yalancının nasıl ki hani lâfı uzattı mı, uzattıkça falso da vermeye başlaması gibi, bu kadar uzun süre, yalancıyı oynarsan, yalana yatarsan, tabii yani ara ara açıklar da verirsin, kaçınılmaz, “neyse odur” çünkü insan..!

Muhteşemdi… ve çok da zordu da…
Çünkü dedim ya, anlatılamıyor da… izlemelisiniz.

Oyun bittiğinde de, kimindi hatırlamıyorum ama, çok sevdiğim şu söz taa içimden, derinliklerimden aklıma yükseliveriyor, kimbilir dağarcığımın nerelerinde sıkışıp kalmışken yukarıya tırmanıveriyor: “Kendini aldatmakla başlar oyunculuk, yarattığın karakterle kendini aldatırsın.”

Ve ilham gelmiş artık susturamam, hem ilhama da, oyuna da, bu denli başarılı bir oyuncuya da ayıp olmasın, saygısızlık olmasın, bakıyorum ki kendiliğimden ben de devamını getirip, kendi sözcüklerimi ekleyivermişim buna:
Kendine bir rol seçip oynamak ne büyük bir eziyet. Düşünsenize, kendi bile olamayan biri, başkası olmaya çabalayıp duruyor. Oysa kendin ol, rahatla!

Filiz Alev
11.06.’13
http://blog.milliyet.com.tr/Bir_oyun____Adi__Kriz_Yonetimi/Blog/?BlogNo=418691&ref=milliyet_anasayfa

0 yorum:

Yorum Gönder